29 Nisan 2011 Cuma

Biyolojik Dayı

Doktor: Malesef DNA testiyle birisinin biyolojik dayısı olup olmadığınızı anlayamıyoruz Kerim Bey… Ancak ayağınızla dürtüp bişey istediğiniz zaman anlayabiliriz…

Dayı: Seyit evladım, bana şu kalemi bi verir misin?

Yeğen: Hemen dayı…

Doktor: Yadırgamadı.. Siz Seyid’in öz dayısısınız. Sarılın yeğeninize!

Çok Güzel Oldu

Üç yıllık bir ilişkiden çıkmış biri olarak aslında gayet güçlüydüm. Bir iki kendini yere atma, beş altı defa arayıp birbirimize duyduğumuz sevginin görkemi ve aşkımızın yüceliği ve bu minvalde yeniden, evet yeniden bir araya gelmemiz hakkında konuşma, 15’i bir önceki konuşmamı destekler nitelikte olan, 10’u gittikçe sertleşip sonunda üzerine araba sürmek, küçük kardeşinin kolunu kırmak gibi tehditlere kadar varan, ardından gelen 8’i yine aşkımızın kutsiyetini anlatan, en son ikisi de nokia 3310’un hazırında bulunan dans ve hamburger temalı resimli mesajları olmak üzere toplam 38 cevapsız mesajın sonunda kesin olarak ayrılmıştık işte.
İlişki biter bitmez üstümden adeta bir yük kalkmıştı. Adeta pırıl pırıl olmuştum. Artık telefonumun şarjı bittiğinde gerilmek, birbirimizin hayatına çok saygı duyuyormuş gibi yapıp, o tuvalete gidince masada duran telefonun rehberini, gelen mesajları karıştırdıktan sonra o gelmeden ekranın ışığı sönsün diye dua etmek yoktu. Ve en önemlisi ekranını anamdan babamdan çok gördüğüm bu alet yoktu hayatımda. Son bir kez telefon rehberi kontrol edildi ve kızlara bakıldı. Üç yıllık ilişki sadece benden değil rehberden de çok şey götürmüştü. Telefon rehberim abdi ipekçi erkek öğrenci yurdu gibiydi.
Eski sevgilim nur’u “Nuri” diye kaydetmiştim üç yıl önce telefonuma. Kız arkadaşımla otururken nur arayınca, sanki Nuri diye bir arkadaşımdan zamanında 20 milyon borç almışım da ödememişim gibi yapıp, 20 milyona tamah eden, yine parasını istemek için arayan Nuri’den iğrenç bir insan olduğu için fellik fellik kaçıyormuşum süsü veriyordum bu telefonu açmama eyleminde.
Neyse uzatmayayım, kayıtlara Nuri olarak geçen nur’a “ne haber ;)” yazıp mesaj attım. Bir müddet sonra dergiden arandım. “iyiyim umutçuğum sen nasılsın?” Dedi halkla ilişkiler sorumlusu Nuri. Nuri kisvesindeki nur’un gerçekten de kanlı canlı Nuri olması beni baya sinirlendirdi. “Nuriciğim bak! Biri sana mesaj atıyorsa ona mesajla karşılık ver. Kontörün yoksa sus otur. Sen her gelen mesaja dergi telefonundan arayarak cevap verirsen, daha ilk aydan ebemizi sikersin Nuriciğim. Asgari düzeyde kullan, bizde çalışan oluk, böyle sömürmedik bize sunulan imkanları, gördün mü benim hiç diğer dergilerde sevgilimle dergi telefonlarında konuştuğumu. Kapa telefonu Nuri!” Diye verdim kalayı…
Ertesi sabah dergiye gittim. Nuri bir grup arkadaşını zaten göt kadar olan dergimize davet etmişti. Dergide oturacak yer kalmamıştı. Beni görünce yüzünü çevirdi, konuşmaya devam etti arkadaşlarıyla. Ayakta durup biraz suratlarına baktım ama zerre rahatsız olmuyorlardı, bunlardaki keyif eşşekte yoktu. Masama oturmuş gülerek bir anısını anlatan gençlerden birine kalkmasını rica ettim. Bozulmak şöyle dursun, ayağa kalkıp anlattığı anıya es vermeden gülerek ve suratıma dahi bakmayarak başka yere oturdu. Oturup çalışmaya başladım, onlar ise arkamda oturmuş konuşmaya devam ediyorlardı. Arada bir dönüp “kafa bu kafa, iş yapıyoruz dimi burada?” Der gibi baktım. Ama tınmadılar, dur şunları da arayayım gelsinler, dur bir çay koyayım da içelim diye konuşup durdular. Ben de daha sık dönüp bakmaya başladım. Bir ara “iş yapıyoruz burada dimi?” Der gibi bakmayı unutmuşum, uzun uzun mal gibi baktım gençlere.
“genç, ne acayip bişey lan. Genç…. Yürüyor, saçı var uzatıyor, şekil veriyor. Sakalını çeşitli yerlerden kesiyor… hayata bakışını yansıtan tişörtler giyiyor… bazı şeylere öfkeleniyor, telefonunu havaya kaldırıp tepeden kendi resmini çekiyor. O resmi siyah beyaz yapıp arkadaşlık sitesine koyuyor. Abartılı tepkiler veriyor her şeye. Sorsan “niye yapıyorsun” bunları diye sen haksız çıkarsın çünkü genç o …genç… aslında ilginç” diye içimden geçirdim. Bakarken, salyam akmış, silip önüme döndüm.
Bir müddet sonra dergiye bir kız arkadaşları geldi. Daha demin ki sığ muhabbet, birden gözüme güzel gözüktü. Gülümseyerek dinledim anlatılanları, birbirine takılmaları. Artık iyiden iyiye işi bırakıp onlara doğru dönmüştüm. Yapılan esprilere grup içinde en fazla ben gülüyordum. Ama henüz kimseyle bir diyaloga girememiştim, tek tanıdık olan Nuri zaten hiç yüz vermiyordu. Bir müddet sonra kendimden tiksindim, ne yalakalık yapıyorum lan boş yere, diyip işime geri döndüm. Onlar bir konuda hararetli bir şekilde tartışırken, suratlarına bakmadan önümdeki karikatürle ilgilendiğim halde yüksek sesle bir kızılderili atasözü söyledim. Kısa bir sessizlik oldu, sonra konuşmaya devam ettiler. Bir müddet sonra başka bir atasözü patlattım. Daha uzun bir sessizlik oldu. Sonra tekrar muhabbetlerine geri döndüler. Gençlik çok değişmişti. Bizim zamanımızda kızılderili dendiği zaman akan sular dururdu. Evlere toplanıp kızılderililerin ne büyük bir ulus olduğu, dünyanın diğer bütün halkları çok lavukmuş da bi kızılderililer ellerinden gelse cami yaptıracak kadar hayır sahibi insanlarmış gibi konuşulurdu. Yazık türk gençliği bu güzel geleneği unutmuş, kızılderili övmek rafa kalkmış, aborjin övmek ise zaten kısa bir hevesmiş bizim için.
Neyse fazla uzatmayayım. Baktım olmuyor, giremiyorum aralarına. Tüm insanlığın ortak dili olan müzikle sızayım aralarına diye düşündüm. Oky’nin bir arkadaşının dergide unuttuğu bir klasik gitarı vardı. Gittim onu aldım. Az buçuk anlarım gitardan, anlarım diyorsam “aa uzat bakayım elini, tırnakların uzun, gitar çalıyorsun galiba, akustik mi klasik mi? Hmm akustik demek… iyidir akustik” den öteye gitmedi gitarla muhabbetim. Ama aldım gitarı elime. Onlardan biraz uzakta yere çöküp, bi sigara yaktım, bir nefes çekip, gitarın sapıyla, kulakları arasındaki tele sıkıştırdım yanan sigarayı. Ve başladım çalmaya. “sözlerimi geri alamam, yazdığımı baştan çalamam, kimseye tiriviri yapamam”, diye söylemeye başladım şarkımı. Çevremde çember olmalarını tabiî ki beklemiyordum ama en azından ufak bir mırıldanma, bir ayakla ritim tutma bekledim, olmadı. O gitarın sapında yarım paket sigara yakıp içtim sinirimden, “öfff” ten “püfff” ten başka bir şey duyamadım. Baktım bu böyle olmayacak, gideyim Nuri’ye artistlik yapayım da çok da boş adam olmadığımı anlasın diye, gitar boynuma asılı bir şekilde Nuri’nin yanına gittim. Sinirle, “ya Nuriciğim sana geçen gün şimdi adını hatırlayamadığım o amerikalı çizerin albümünü masamda istiyorum dedim, getirmemişsin. Bu kadar aymazlık olmaz ki canım!” Diye tersledim.”Ne çizeri? .. Anlamadım” diye karşı gelmeye çalıştı, “ya bi de cevap verme ya” diyip hali hazırda gitarın sapında yanmakta olan sigaramdan son bir nefes çekip, gitarın sapını kül tablasında söndürdüm.
Yanındaki kız arkadaş (Ebru) bana “pardon Bülent Ortaçgil çalabilir misiniz acaba. Biliyor musunuz hiç parçasını. Bayılırım Bülent Ortaçgil müziğine” dedi. Çalamıyordum ama ağzımla gitar sesi çıkarabiliyordum. Zaten çok sonraları elimdeki gitarın çok dandik bir gitar olduğunu, sadece “dağlar dağlar” ve “fabrika kızı” parçalarını çalabilenler için üretildiğini, elimdeki gitarla bu şarkılardan başka şarkı çalmanın imkansız olduğunu öğrenecektim…

Umut Sarıkaya

25 Nisan 2011 Pazartesi

Bim Poşeti ile Suratı Yakmak

BİM poşetinin yanmadığına inanan yurdum gencinin harika konuşmalar eşliğindeki videosu. Yazık!!

Hayat Beceriksizi

İki saattir aynı kafede oturuyorduk ve ben ne büyük bir eşşekemişim ki iki saattir ‘kedi’ muhabbeti dinleyip ‘Mmm, tabii tabii, aynı fikirdeyim’ diye anlattıklarını onaylıyordum. ‘ Kedi asildir’ dedi, onayladım; ‘ Kedi karakterlidir’ dedi, ‘Bravo’ dedim. Sonra başladım bende kediyi övmeye. ‘Başladım’ dediysem niyetlendim sadece. Çünkü o kedinin bütün meziyetlerini övmüştü, bana övecek bir şey kalmamıştı. ‘Kedi eee… Kedi ööö…’ deyip övecek bir halini, tavrını arıyordum ama bulamıyordum. Sonunda biraz bulamamaktan, biraz da benim ne kadar coşkun bir kedi sever olduğumu anlayıp etkilensin diye ‘ Ben var ya, kedinin …şağını yiyim be! ‘ dedim. Hatta gaza gelip ‘ Keşke imkan olsa da hepimiz kediye bi kere versek, öyle seviyorum yani’ diye de ekledim.Ben böyle deyince kısa bi suskunluk oldu.
Kahvelerimizden son bir yudum aldıktan sonra hesabı isteyip kalktık.

Otobüs durağına sessiz sessiz yürürken tam ben asıl konuya,yani ondan ne kadar çok hoşlandığıma gelecekken, birden yalnız başına uzanmış uyuklayan bir kedi gördü. Koştu, hemen hayvanı kucağına aldı ve ‘Jaanıımmmmm! Jannnnıımmmm ! ne tatlı şeysin sennn Ayyy kıyamaaaammmmm’ diye hayvanı gıdısından sevmeye başladı. Zaten sıcaktan mayışmış kedi de kendini onun körpe kollarına teslim etti. Ben durur muyum? Durmadım! Kediyi bir amaç değil, yakınlaşmak için bir araç görüp bu bağlamda bende ‘Ay Ay! Pofuduk pofuduk’ diye yavşakçasına sevmeye başladım. Ama kedi bana ‘fıffff’ ladı. Bunun üzerine o ‘Senden pek hoşlanmadı galiba’ dedi. Ben, ‘Yok yok! O sevdiğinden öyle yapıyor, diy mi kızısı, diy mi aşkısı?’ diye sevmeye devam ettim. En sonunda hayvan elimi tırmalayınca ve ben de otomatikman ve reflekssel olarak onun anasına küfredince ortam biraz gerildi tabi. Kedi bırakıp otobüs durağına doğru hiç konuşmadan gittik. Otobüse bindi gitti…

Dergiye gittim, konuyu Memo Tembelçizer’e açtım. ‘Bak Memocuğum, benim kedi denen canlısalla alıp veremediğim hiç bir şey yok. Benim derdim bir hayvan bu kadar çok şey yüklenmesinde. Artık kedi, kedi olmaktan çıktı Memo! Ne yazık ki o artık sosyal statü göstergesi oldu, insanlar arası iletişim aracı oldu ve en kötüsü sektör oldu. Yapmayalım, etmeyelim, bir hayvana bu kadar anlam yüklemeyelim. Hayvandır ne yapacağı belli olmaz, yarın bir gün bir şerefsizlik edecek, ben değil siz bütün enteller utanacaksınız! ‘ dedim. ‘Umutçuğum, bence sen kediye haksızlık ediyorsun, tanısan onu sende çok seversin’ diye söze başladı ve o da başladı kediyi ‘ Karakterlidir, sözünün eridir, paraya tamah etmez’ diye övmeye mövmeye.
Bunun üzerine ‘ E öyleyse Memeocuğum ben bundan sonra keseyim sizinle selamı sabahı, gideyim kediyle takılayım. Zira anlattığına göre kedi hepinizden daha şerefli, daha haysiyetli biriymiş. Olur mu a Memocuğum?’ diye sitem ettim. ‘Yıh yıh yıh’ diye güldü. Bende vurdum kapıyı çektim gittim.
Konuyu dergideki diğer arkadaşlara da açtım, ama kime konuştuysam söylediklerimin saçma olduğundan, hayvanları sevmeyen birinin insanları da sevemeyeceğinden, dolayısıyla benim zalim, duygusuz bir denyo olduğumdan falan bahsettiler. Kimseye asıl derdimi anlatamıyordum. ‘Ulan’ dedim ‘yazıklar olsun, şu hayatta bi kedi kadar değerimiz yokmuş’ dedim. Kendimi odama kapattım. Evet yine ben haklıydım. Bütün dergi çalışanları benim sabahtan beri anlatmak isteyip de anlatamadığım şeyi uygulamışlardı. Bana karşı olan nefretlerini, eleştirilerini kedi üzerinden, kediyi kullanarak yönlendiriyorlardı. Bu sevgisiz ortamda daha fazla kalamazdım. Şimdi, şu anda gitmeliydim. Tekrar Memo’nun yanına gidip bu kedi konusunu ayrı kaldığımız zaman zarfı içinde çok düşündüğümü, benim haksız, kendisinin ve tüm dergi çalışanlarının haklı olduğunu söyledim. Ardından da bakkala gideceğimi, dışardan bir şey isteyip istemediğini sordum. İki milyon verdi, iki kutu kola istediğini söyledi. Sonra MetÜst’ün yanına gittim, oda bir sigara istiyormuş. Böyle böyle bütün dergiyi dolaştım. Üç oradan beş buradan alıp 23 milyon gibi yabana atılmayacak bir sakal yaparak vurdum kapıyı çektim gittim. Yolda bilinmezliğe doğru adım adım giderken bir yandan nasıl olup da bu değer kıymet bilmez insanlarla bu kadar yıl birlikte kalabildiğimi düşünüyor, bir yandan da ‘Hayat ne acayip lan’ diye kendi kendime konuşuyordum. Zira daha bu sabah yeni bir aşka yelken açacakken şimdi işi bırakıp çekip gidiyordum.
Beşiktaş’a kadar gittim, parktaki topun üzerine oturup düşünmeye başladım. ‘Vay be’ dedim, ‘bir kedi yüzünden düştüğüm şu hallere bak’ dedim. Yirmi dört yaşına kadar kurduğum şu güzide hayatımı, şerefsiz bir hayvan gelip anında mahvetmişti. Eve gidemezdim, evdekiler işten ayrıldığımı duyarlarsa beni oyarlardı, dergi zaten benim için bitmişti, sersefil sokakta kalmıştım. ,işte o an aklımda şimşek gibi bir fikir çaktı. Neden bu topun içinde yaşamıyordum ki, nasıl olsa gidecek yerim yoktu. Hemen topun içine yırtıp sermek için karton kutu aradım. Bulamadım. İstemek için köşedeki büfeciye gittim. İstemeden önce büfeciyi kıllandırmamak için müşteri kisvesinde iki sosisli yedim, bi limonata içtim. Kesmedi bi de goralı yedim. Artık gönül rahatlığıyla kutuyu isteyebilirdim. ‘Abi, ben ev taşıyorum da, sizde fazla kutu var mı ?’ dedim. ‘Yok’ dedi. ‘Öyle mi abi’ deyip öbür büfeye gittim. Orada da iki goralı, bir kaşarlı yiyip, kutu istedim. O da ‘Yok’ dedi. Bi başka büfeye gidip direk kutuyu istedim; varmış, sağ olsun verdi. Elimde kutuyla sevinç içinde topa doğru giderken, topun orda duran polisleri gördüm. Soğukkanlılığımı koruyup sanki kutunun içinde ağır bir şey taşıyormuşum da, sadece oradan geçiyormuşum gibi yapıp geçip gittim yanlarından. Köşedeki çay bahçesine oturup polislerin topun yanından gitmesini bekledim. Bu bekleyiş çok uzun sürdü, ,içtiğim çayın haddi hesabı yoktu, param bitmek üzereydi. En sonunda kalkıp birazda parkta oturmaya karar verdim. Otururken bir kedi geldi, yanıma koyduğum ve o an her şeyim olan, hakkımla aldığım kutunun içine girdi. Çıkarmak isterken bana ‘ffııffff’ladı, kediyle tartışırken o an kendime yabancılaştım. ‘Lan n’apıyorum ben, mis gibi işimi bırakmış burada bir kutu için bi kediyle uğraşıyorum’ deyip doğruca dergiye, dergime geri döndüm.
Dergi çalışanları gelip siparişlerini sordular. ‘Abi ben bu hayatta hiçbir boka yaramayan bir hayat beceriksiziyim yaa’ diye ağlamaya başladım. MetÜst ‘Hayat Beceriksiziyim de ne demek, siparişleri almadıysan bari paramızı ver lan’ diye kükredi. ‘ Abi ben sizin paranızla goralı, sosisli yedim, çay içtim yaa’ dedim. ‘ Allah belanı versin, haram zıkkım olsun’ deyip dağıldılar. Sonra içlerinden en anlayışlısı olan Memo’ya gidip durumu ağlaya ağlaya ‘Mmmıımmm… Ffıfffffladı… Mmmm… Kutu… Mmmm polisler’ diye anlatmaya çalıştım, anlamadı.

Umut Sarıkaya
Benim de
Söyleyeceklerim
Var !...

5 Milyon Borç İstenmeyecek Sanatçılar Listesi


1-gogol bordello'nun solisti (bilen bilir)
2-nuri bilge ceylan (çok uzun susup bakışırsınız... susa susa yıldırır. yarım kadrajda öylece kalırsınız)
3-raymştayn grubunun tümü
4-orhan pamuk (neden size 5 milyon vermemesi gerektiğini çok açıklar. istediğinize pişman olursunuz)
5-snoop dogg (borç vermediği gibi haroine kokaine alıştırır.. snop dogg'a para yetiştirmek için ananızı babanızı döversiniz.)

"sevgili okurlar, bu benim dün gece evde hazırladığım listem. siz de kendi 5 milyon istenmeyecek sanatçılar listenizi hazırlayıp arkadaşlarınıza gösterin. tartışın.. bu sanatçıları yine sevelim, yapıtlarını alkışlayalım ama bilelim de böyle bir gerçeği..."

Umut Sarıkaya

Gör Performansımı

Kaan Dobra'nın takıma yeni geldiği günlerdi aşkım
off ne alakası var şimdi deyip
dinlememezlik etme, dinle bi kere.
Kaan Dobra takıma yeni gelmişti.
yalan söylemiyim sanırım antep maçıydı.
maç neredeyse bitmiş.
skor kesindi..
hoca maçın 89. dakikasında oyuna aldı kaan'ı
sahada herkes çok yorgundu.
bi tek kaan, civelek gibi koşuyordu sağa sola.
ben de dahil herkes güler gibi bakıyordu kaan'a.
aa kerize bak aa enerjike bak diye.
ama hoca beğendi kaan'ın performansını
diğer maçta daha çok yer verdi.
bir diğer maçta daha bi çok.
ve bugün kaan dobra, kaan dobraysa
o 89. dakika yüzündendir.
şimdi gelelim sadede.
ben de ilişkimizi kurtarmak için
89. dakikada oyuna girmiş bir oyuncu gibi
koşuyorum, çırpınıyorum.
gör performansımı diye.
sev beni diye...

Umut Sarıkaya

20 Nisan 2011 Çarşamba

Toz Şeker Reyonu

Yiğit Özgür - Toz Şeker Reyonu

Yiğit Özgür'den Şizofrenik Hikaye

merhaba, adım yekteran baymedir. az rastlanan bir isme sahibim.
anlamı,
"baharla birlikte denize düşen ilk yekteran" demektir. dedem koymuş...
ezanla
kulağıma fısıldadıktan sonra infilak ettiğini söylerler.

bu
benim dükkanım ali. ali sayesinde geçinip gidiyorum.
ali'yle
geçirdiğim zamanın dışında genelde nusret'le takılırım. nusret benim
evim.

nusret oldukça pimpirikli ve evhamlı bir tiptir. balkonum
burak'la onu çekiştirmeye bayılırız.
yani irfan'a bayılırız. irfan,
balkon burak'la nusret'i çekiştirmemize verdiğimiz bir isimdir.

sanırım
aklınız karıştı. yani osman oldu. osman olduğu zaman yapılacak tek şey
vardır.
samet... ama samet için de şartlar her zaman uygun
olmayabilir.
zaten uygun olsaydı kenan olmaz mıydı?

hah hah
hah hah... ilahi... oniki yıl önce kafayı yediğimden beri hiç bu kadar
gülmemiştim.
güldüysem de hatırlamıyorum. ayrıca hatırlayanı da
zikiyim hatırlamayanı da...

orhan'la sekiz yıl önce tanıştım.
vecdi bana fikri'ydi. ben de sertaç deyip akın'a gittim.
(yalnızlıkla
sekiz yıl önce tanıştım. insanlar bana tuhaf tuhaf bakmaya
başlamışlardı.
ben de amaan boşver deyip bir iki kere osurdum...)

peeki
peeki sizin anlayacağınız dilden konuşalım. iyi akşamlar, nasılsınız?
teşekkür
ederim ben de iyiyim. ah hah hah gerçekten mi söylüyorsunuz?
alemsiniz...
eeh, bu da hiç eğlenceli değil... aa bi dakka... eğlenceli lan
galiba...
du bakiyim. hohohahoh... eğlenceliymiş lan.

boş
zamanlarımda sinemaseverleri döverim. çünkü çok severler sinemayı.
kimse
beni o kadar sevmedi... bazen dünyaya timbör tın, bir akina temizhawa,
bir
firensiz zort hoppala hey olarak gelseymişim ne güzel olurmuş diyorum.

babam
mali müşavirdi, annemse ev kadını. sonra annem mali müşavir oldu, babam
şöför.
ben doğduktan sonra babam işi bıraktı, annem ağaca çıktı.
ağacı teyzem kesti, teyzem suya düştü.
suyu inek içti, annem dağa
kaçtı. şaşkınlıktan hepimizin çanak çömleğinin patladığını hatırlıyorum.

bunlar
benim ellerim seha'yla süha. tamam lan anladık sıkıldınız bu
muhabbetten.
ama küçük bi anekdort anlatmadan geçemeyeceğim. bigün
şey oldu. hehe... öyle acayipti ki...
bunlar geldi... hehe... vay
efendim şöyle böyle... ulan dedim.. ne alakası var...
s.kiyim resmen
unutmuşuz olayı. aa doğru ya, iki önce bakkalın orda unutmuştum ben bu
olayı...
kısmet.

iki kere evlendim... bu evliliklerimden iki
tane karım oldu. ikisi de kız. isimleri vildan'la burcu.
boşandıktan
sonra anneleri onları görmeme izin vermedi. ben de okey dedim.

çat
pat ingilizce, nay nay almanca bilirim.
derdimi anlatacak kadar
italyanca, sevincimi paylaşacak kadar ispanyolca bilirim.
bu aralar
japonca'yı söküp, farsça'ya takmak için uğraşıyorum.

babamdan
kalma küçük bir arsam var.
kusura bakmayın zikretmeden geçemeyeceğim,
adı oykun...
geçen sene oykun'u almak isteyen biri çıktı. aklımı
kaçırdığımı duymuş olacak ki,
çok düşük bir para önererek beni
kandırmaya çalıştı. elbette ben yemedim...
hemen teklif ettiği paraya
oykun'u sattım... niye böyle oluyo yaa...

oykun'dan kazandığım
parayla numan adında nefis bir eşofman takım aldım.
çok eskiyince
kapıcının oğluna verdim. o da beni tartakladı.

geceleri uyumadan
hep aynı şey için dua ederim...
allahım, sen koen kardeşlerden en az
birinin belasını ver.

Hayrullah. Kemalettin. Okşan.


Yiğit Özgür

18 Nisan 2011 Pazartesi

Sakızım Düştü

"basarsan alırsın"lı "koşu yoluma at"lı klasik bir maçtı. terden saçlarım birbirine yapışmış, boynumdaki kir çizgileri, güneşin altında başım zonklaya zonklaya oynuyordum. takım olarak ise gerçekten rezil bir durumdaydık. o kadar kötü bi durumdaydık ki kalecimiz kendini bilmez bi şekilde sanki sol açık gibi topu alıp karşı takımın kalesine dogru artistik çalımlar eşliginde ilerledigi bi anda topu kaptırmıştı ve onların ceza alanına doluşmuş tam kadro olarak bittigimizi resmileştiren golü izlemiştik. karşı takımın oyuncusu bizim bomboş ceza alanımızı geçip boş kalemizin önünde topu ayağıyla sabitledi ve yere eğildi. sonra kafası ile topu yavaşça sürdü kalemize doğru. böyle bir gol, siz sevgili okurlarımın da bildigi gibi normal bir mahalle takımını dağıtmasına, golü yiyen takımın takımın kaptanının topu tutup havaya rastgele degaj çekip uzaylamasına sebebiyet vermesine, ardından dikilen topun sahibinin aşagıdaki bayırda topun peşinden küfür ederek koşmasına ve maçın bitmesini sağlamasına rağmen biz maçı bitirmedik.

kaleye doğru gidip ''ver lan eldivenleri ben geçicem kaleye. sen bas! kıran kırana oynuycaz'' diyerek ittim denyo kalecimizi. tecrubeli bir file bekçisi gibi direge yaslanarak taktikler veriyordum takımıma . ama kimse beni dinlemiyordu. umursamadım bagırmaya devam ettim. yavaş gelen bir aşırtmayı çift yumrukla bertaraf etmek isterken yanlışlıkla içeri aldım. eski kalecimizle göz göze geldik. çabuk hareket edip topu alıp sanki daha deminki salak ben degilmişim gibi millete ileri gitmesi için bagırarak degaj çektim ama ileri dogru gitmesi gereken top, ayagımın dışına gelerek sağ yanıma düştü. zalim top, rakip takımın sanraforunun önce göğsünde yumuşamış sonra da ayagının içinde yerini bulmuştu. üzerime doğru şut çekmek için geliyordu. her şey boka sarmıştı, belli ki bir mermi kıvamında gelecekti şut. tırstım... top resmen tsubasanın yamuk topu gibi geliyordu üzerime zıplayarak kaçılmaya çalışırken götümün yanı ile baldırım arasına çarparak zıbarttı beni. sanki topu tutmuş gibi oldum. ama ceza sahamızdaki tehlike bitmemişti. biraz zıbardıgımdan reflesksel olrak hareket ettigim için, biraz da benden başka kimse olmadıgı için topu ayagıma alarak şık hareketlerle ilerledim. orta sahayı geçince ''oluyo lan'' diye düşünüp iyiden iyiye gaza geldim. diziyordum resmen lavukları. ama birden iki kişi girince dengemi kaybettim yan taraftaki tellere tutunup çalıma öyle devam ettim. mücadele uzayınca yere düştümyerde oturarak çalıma giriştim. yine siz sevgili okurlarımın bildigi üzre yere oturarak yapılan mücadele , mücadelelerin en rezilidir, futbol tarihinin yüz karasıdır.
tam o sırada çocukluk arkadaşım, canyoldaşım, hemşerim, biricik dostum namık'ı gördüm. ben ağzım açık oturdugum yerden namık'a bakarken top ayagımdan alındı ve yine golü yedik. gol tanıdık, rezillik tanıdık ama namık farklıydı. adam çıkarıp hemen oyuna dahil olması ve takıma dahil olması ve takımıkurtarması gerekirdi normal şartlarda ama öyle yapmadı. elleri cebinde öylece bizi büyük bi ciddiyetle izledi. oyun en sonunda havaya dikilen degajla bitti, top bayıra gitti. top sahibi bayıra ben namık'ın yanına koştum. yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. ne güzel kir pas içinde, itişe kakışa oynuyorduk, neydi bu temizlik, neydi bu mesafe tam anlayamamıştım. garip bir şeyler oluyordu. bana cebindeki kutudan bi sakız verdi. karşılıklı konuşmadan çignedik bi müddet. ''biz bugün köye gidiyoruz. üç ay yokuz'' dedi. sevgili dostlarım şimdi tam anlatabilir miyim bilmiyorum ama o gün ilk defa bişeylerin değişmesinin beni ne kadar korkuttugunu anladım. sanki hep öyle devam edecek sanarken, insanların bir takım kararlar alması, birden ciddi bir mesafe takınması çok koydu bana. en yakın arkadaşım çok yabancı geliyordu lan! iyiydik lan. nereden çıktı bu köy'' demek istedim. sonra anne baba ve kardeşi geldi. bavulun bir ucundan tutup bayırdan aşşagıya doğru yürüdü gitti tertemiz yeni yıkanmış namık. arkasından bakakaldım. boğazıma bir şeyler düğümlendi. ağzımdaki sakızı biraz önüme tükürüp sakıza bir şut çektim sonra geriye doğru koşarak top sahibinin elindeki topa vurup düşürüp elime aldım, uzayladım. top bayıra doğru gitsin istedim ama namıkların terk edilmiş balkonuna düştü. bayıra son bi kez baktım, arkasına bakmadan gidiyordu. s.keyim böyle hayatı dedim.
çok sonraları, dört yıl önce, yine böyle bi yaz, mühendisligi anlamsız bir şekilde, ortada hiçbir neden yokken bırakıp zağar gibi sokaklarda gezdigim sıralarda aynı duyguyu yeniden hissettim. kız arkadaşımla beşiktaştaki çay bahçesinde oturuyorduk. namık ciddiyeti vardı suratında. ben '' bi çay daha içer misin'' diyecekken söz girdi ve ''ben gelecegimi düşünmek zorundayım umut. kusura bakma'' dedi. iyiydik lan demek istedim diyemedim. gidişini izledim. ''artık kaşar oldum, bi daha hissetmem'' derken bu sefer asker ocagına sigarayı bırakmaya çalıştıgım sıralarda yakaladı beni duygu.telefondaki ses çok ciddiydi bu sefer. iyiydik lan diyebildim bu sefer. telefonu kapattım. ağladım, çok ağladım. ağlarken sakızım ağzımdan düştü. ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım.''

Umut Sarıkaya